10 Aralık 2011 Cumartesi
2012 için, küçük bir alıntı...
Ben hiç bir zaman bacadan girip hayallerimizi gerçekleştiren Noel Babanın yolunu gözleyen bir çocuk olmadım.Zaten evimizin şöminesi de yoktu.Şimdiye kadar realist davranıp, ne istedimse annemle babamdan istedim.Fakat bu sefer sıkışmış durumdayım ve ailemin elinden bir şey gelmez sanırım.İşim Allah'a kalmış durumda.Fakat dua etmeye başlamadan önce şansımı son bir kez ak saçlı,ak sakallı Noel Baba'nın kapısında denemeye karar verdim. Ümitliyim, mucizeye yakın bir şey istiyorum ama ümitliyim.Kaldı ki mucizelere inanmak gerekir.Bütün sene uslu bir çocuk oldum, üstelik şimdiye kadar şımarıklık yaparak bir şey istemedim.Bunca yılın sonunda tek bir isteğim var. Bir erkek istiyorum.
Erkekten bol ne var demeyin, ben öyle sıradan bir erkek istemiyorum. Tecrübelerime ve deneme yanılma yöntemlerime dayanarak bazı kriterler çıkardım.Hepsini bir arada bulmanın güçlüklerinin de farkındayım. Zaten onu bu yüzden sokaklarda aramaktan vazgeçip, geyikler tarafından çekilen bir kızakla kapıma bırakılmasını talep ediyorum.Sakın beni sadece erkeklerin fizikleriyle ilgilenen ''yüzeysel'' biri sanmayın.Ben ruh güzelliği de arıyorum.
Sanırım çok fazla uzatmadan istediklerimi sıralamalıyım.Umarım yeterince sabrınız vardır.Aşağıda ki liste tamamen başarısız ilişkiler sonucunda elde edilmiş deneyimlerle uzamıştır.
Erkekler bir kere aşık olur tezinden nefret ediyorum.Çünkü bu yaştan sonra aşık olmamış erkek bulunmuyor. Bu yüzden en azından aşk yaralarını bir daha açılmayacak kadar iyi sarmış biri olsun.
Etraf kötü erkekten geçilmiyor.Hepsinde ''ben kötü biriyim''saplantısı var.Sanırım bize yaptıkları kötülükleri mazur göstermeye çalışıyorlar.Rica ederim gerçekten kötüyse bana kötülük yapmasın.
Dürüst olsun ama bana beni sevmediğini söylemesin.
Bana bakarken parlayan gözleri diğer kızlara bakarken kör olsun.
Mümkünse bağlanmaktan korkmayan biri olsun. 2012 yılı planlarım arasında evlenmek yok ama her sabah uyandığımda dünkü sevgilim bugün hala sevgilim mi diye düşünmekten bıktım.
Ruh güzelliği aradığıma göre, en az bir enstrüman çalsa iyi olur.Nede olsa müzik ruhun gıdasıdır.
Kabul ediyorum, son zamanlarda biraz kilo almış olabilirim.Artık göbeği açıkta bırakan bluzlar giyemiyor da olabilirim ama bunun benim yüzüme vurulmasına gerek yok.Ben onun belindeki yağlara, dökülen saçlarına karışıyor muyum?
Birde bana eski sevgililerini anlatmasın.İlgiyle dinliyor gibi görünebilirim ama bende insanım...
Son ricam:Elbette ruh güzelliğine önem veriyorum ama bu estetik değerlerim olmadığı anlamına gelmez. Demek istediğim Gerard Butler, Brad Pitt, Javier Bardem estetik olarak güzel erkekler.Yani aklında bulunsun diye söylüyorum sevgili Noel Baba.
Not: Duyduğuma göre çok yoğunsun ve yalnız çalışıyorsun. Ama ben biraz daha bekleyeceğim. Belli mi olur...
2 Aralık 2011 Cuma
Erişemiyorsam mundar ederim...
''Şu kadın milleti'' diye başlayan her lafa gerçekten sinir olurum. Erkek ve kadının arasındaki kim daha yetenekli, kim daha akıllı mücadelesinin kaçıncı yılını kutlamakta olduğumuzu bilmiyorum ama daha uzun seneler süreceğine eminim.
Araba kullanmamızı beğenmezler, maç seyretmesini bilmediğimizi düşünürler, eşitlik konusunda sıkışınca ''hadi ayakta işeyin'' diye en yaratıcı zekalarını kullanırlar. Nerelerinden bakıyorlarsa artık, onların gözünde kendine güvenirsen feminist, sakin durursan ezik, dekolte giysen yollu, bakmazsan köylü.
Sevgili erkeklerin son zamanlarda ki durumuna bakıyorum da, meğer olay kedi ve ciğer arasındaki platonik durumdan ibaretmiş. Onlar da bize özenirmiş meğerse. Artık bazı şeyleri, paylaşarak yaşamaya alışabiliriz gibi geliyor. Neyse ki jinekologlar ve doğumhaneler hala bizim tekelimizde.
29 Kasım 2011 Salı
Küçük bir kağıt...
Vermek gerekiyorsa illa bu hayatta,
tamiri mümkün zararlar verelim birbirimize.
Sallanan yerimize küçük bir kağıt sıkıştırırım ben.
Aramızdaki tek şeytani şey, batan tırnağım olsun.
Yorgun argın ayrılalım birbirimizden razıyım,
yeter ki yorgun dargın olmasın birbirimizden gidişimiz.
19 Kasım 2011 Cumartesi
Bilinmezlik, ayrı bir güzellik veriyor sana...
Bilmediği güzel geliyor insana.
Hiç görmediği şehirlerde yaşamayı hayal eder insanlar, uykunun çıkmaz bir sokakta, arkasına bile bakmadan kaçıp gittiği gecelerde. Yaşanmışlıkları olan ne güzel yerlere sahiptir oysa ki insanlar, bilmeyenlerin hep gitmek istediği ama görenlerin görmüş olmanın rehavetinden, hak ettiği değeri hiç vermedikleri güzel yerler.
"Ne hayat be!" dersin ya, gazetede gördüğün o anlık donmuş bir hayat karesine. Nasıl olduğunu bilmediğin bir hayatın içine taşsız, çukursuz kaldırım kenarından yol bulmuş akan su gibi akmak istersin. Bilmediği hayatlar da bazen güzel gelir ya insana, yalnızca okuduğundan, anlatılandan ibaret bildiklerini bildiğimiz, bilmediklerimizden hiç haberdar olamayacağımız hayatlara özeniriz, o hayatlar bize verilse aynısını yaşayacağımıza inanarak. Kurumuş, kıvrılmış küçük bir kayık olmuş çınar yaprağının, kaldırım kenarında yağmuru beklemesi gibi bekleyen insanlar var sahip olduğumuz ama hoşnut kalamadığımız hayatının paraleline akmayı bekleyen, bizimle aynı yanılgıya sahip olan.
Tek ders: "Yaşaman lazım."
Akşam çiseleyen yağmur altında köpek gezdirdiğim bir gecede, yanan ev ışıklarına bakıp o evlere ait birer hayat hikayesi yazarken aniden durdum. Bir kadın Fransızca şarkı söylüyordu boğazını titreterek. Duyunca, hani hiç beklemediğin bir anda eski sevgilinle karşılaştığın ve onu ne kadar özlediğini anladığın bir an vardır ya. İşte o an yaşandı, o gece, o saniye. Şarkıyı dinledik kısa bir an yağmur, köpek ve ben. Sokak kapısının eşiğindeki kedi bir de. Sanırım o dinliyor gibi yapıyordu. Köpeğinde hoşnut olduğuna dair en ufak bir emare yoktu. Kısa bir sure kalakaldım, ya da bir çırpıda geçen uzun bir zamandı. Sevgilimden, üzerimde hala kokusu kalacak kadar yeni ayrılmışım duygusuna kapıldığım o an, bir hüzün geldi yanıma, bir de derin bir iç çekme... Tek bir kelimesini bile anlamadığım şarkı sayesinde büyülü, buruk, hazin bir aşk acısı çektim kahramanı bile olmayan. Özledim, kimi ve neyi özlediğinden habersiz.
Kedi sıkılmış olacak ki ani bir fırlama ile bizi terk etti. Köpek huzursuzlandı, ben de mecburen acımı kalbime gömüp yola devam etmem gerektiğini hatırladım. Demek böyle bir şeymiş.
Görmediğin yeri sevmek, tanımadığın bir hayata özenmek. Anlamadığımı çabuk, nedensiz seviyorum. Bilmediğim için seviyorum. Böylece sevmek için anlamaya gerek bile kalmıyor.
Asıl anladığında bitiyor belki de.
Hayatımdaki en tıkanık boruya tazyikli su verdim o anda.
18 Kasım 2011 Cuma
Şiişt...
Adını unuttuğun birine,
Yanlış yerde yanlış ad söyleyene,
Adı anılmayacak olandan bahsedene.
Fazla basılan gaza,
Fazla bağıran cocuğa,
Fazla bakılan masaya.
Çok ağlayana,
Çok gülene,
Çok sinirlenene.
Uzaktan gördüğün tanıdık yüze,
Uzaktan kesene,
Uzakta is çevirene.
Çaktırmadan patiyi uzatana,
Çaktırmadan burnu çöpe uzanana,
Çaktırmadan kapı dinleyene.
Patron arkasından,
Eş arkasından,
Öğretmenin arkasından yanlış zamanda konuşana.
Bir şiişt, bir de anne bakışı iceberg gibidir.
Görünen ve duyulan anlamının haricinde, altında daha neler yattığını hala çözemedik...
3 Kasım 2011 Perşembe
AŞK İNCE BİR HASTALIK
Bir açılacağına emin olduğum kapıları, bir de hiç açılmasını istemediğim kapıları kolayca kapadım ben.
Diğerlerinde hep tokmakta kaldı elim,
küçükken buza yapışan dilim misali.
Kimi hiç açılamadı ardına kadar.
Kapatamadıklarım için de rüzgarı bekledim, hızla çarpsın istedim.
Belki de kuranderde kalmamdandır, aşk gibi ince hastalığa bu kadar kolay tutulma sebebim.
31 Ekim 2011 Pazartesi
KELEBEK
Sağıma, soluma bakıyorum.
Önüme, arkama bakıyorum.
Şehrime, sokağıma bakıyorum.
Kelebeklere ağlarken, onlar kadar ömrün olduğunu anlamak ne garip şey...
25 Ekim 2011 Salı
KIYAMET...
Beklemeye gerek yok dünyanın sonunun gelmesini.
Her doğan insan, kendi alın yazısı gibi kendi kıyametiyle doğuyor artık.
Her kadın,
Her erkek,
Her çocuk,
Her canlı,
Doğan her canlı kendi alın yazsıyla doğup, bazen başkasının kaleminden çıkan kıyametiyle ölüyor artık...
9 Ekim 2011 Pazar
Olabilmek...
İnternet insanı mı gergin yoksa her yerde bir yüksek gerilim hattı mı geçiyor. Şimdi cemaat-ı twitter'da daha net görebilme imkanına sahip oluyoruz. Hepimizin içinde olan bir melonkoliklik ya da yaşadıklarımızdan gelen mutsuz anılarımız var. Fakat bu mutsuzluğuna, mutluluğundan daha fazla zaman ayırmayı gerektirmiyor. Biraz böyle olduk ve sanırım bu yüzden de huzursuz ve mutsuz bir topluluğuz artık. Çok güzel insanlar da var duyarlı, sağduyulu, çevreyle, insanla, hayvanla elinin yettiği her şeyle ilgili ve alakalı. Ama bu durumundan dolayı, insan yönlerinden dolayı aldıkları tepkilere ağzım açık kalıyor. Geçen ay bir gazetecenin Ömür Gedik için yazdıklarına, sıradan bir twitter üyesinin Mehmet Esen için verdiği cevaplar en basit örneğidir bu durumun. İkisi de kendi ya da işi ya da kariyerinle alakalı olmayan, hayvanlarla ilgili yaptıkları ya da yazdıklarından dolayı tepki aldılar ve hatta gazeteci olmalarına rağmen yaptıklarından haberdar olmayanlar, yapmıyor diye eleştirdiler. Mehmet Esen'in üst katında ağlayan bir yavru bir kedi için yazdıklarından sonra olayı ülkeye, ölenlere, şehitler bağlanma yolunu ben anlamadım. Anlamak da istemiyorum.
Ben hem yürüyen aynı anda da sakız çiğneyebilen insanlarla konuşmak istiyorum.
Hem şehitlere, hem Somali'ye, hem de yolda ezilen kedilere ağlayabilenleri dinlemek istiyorum.
Hem dizi seyredebilen, hem kitap okuyan hem de dünya görüşüne sahip insanları okumak istiyorum.
Hem yeniliklere açık, hem de bayram sofralarının kıymetini bilen insanları görmek istiyorum.
Hem namazın, hem rakının zamanını ayırt edebilen insanlarla içmek istiyorum.
Hep manşete, hiç vahşete dönüşmeyen aşklar yaşayanları sevmek istiyorum.
Hem ofsaytı bilen, hem jülyen kesebilenlerle yemek yemek istiyorum.
Hem tüketebilen, hem de dikebilenlerle yarını görmek istiyorum.
Okuyabilen, görebilen, dinleyebilen, anlamasa da bilen ve tek yetecek olan da aslında insan olabilen.
İnsanız aynı anda onlarca şey isteyebildiğimize, yüzlerce hayal kurabildiğimize, bir sürü korkuları barındırdığımıza göre aynı anda bir çok şeye de üzülebiliriz.
Bazı insanlar sevmiyor, sevemiyor....
Belki de sevseler, kendilerinden nefret ederler...
6 Ekim 2011 Perşembe
Dokuz yaşında bir kızım var benim...
Hayatı anlamak mı zor, yoksa ufacık gözlere bunu anlatabilmek mi?
Bir kızım var benim daha dokuz yaşında. Aklı her şeye eriyor ama ne hayatı biliyor ne insanları. Hatalar yapıyor ve üzülüyor. Ama o da anlayacak hatalar sayesinde ders almayı ve dersler sayesinde hata yapmaktan kurtulmayı. Birgün o da bu çembere girecek nasılsa.
Beni yoran her seferinde üzülüyor olması. Sessizce kabuğuna çekiliyor olması. Benim bile dokunamıyor olmam. Ama gün geliyor küçük dizlerinde eskisi bile kapanmamış yaralarla bir çiçeğe, bir kahkahaya tav olup gün ışığına çıkıyor. Yeni umutlarını takıyor lüle lüle saçlarına, dalıyor yeni oyunlara. Saklanıyor önce, sonra bulunmanın sevinciyle küçük ellerini dayıyor duvara, sayıyor ona kadar. Her döndüğünde birini bulacağından emin olarak.
Emin olmanın gereksizliğini anlayana kadar.
Kızım kadar iyi olamıyorum ben, hatta kötüyüm. Yüzündeki mutlu ifadeyi alıp, kapanmamış yaralarını gösteriyorum, hatırlatıyorum acılarını ve belki de yarın yaşayacaklarını. Aslında biliyorum ki kapıdan çıktığında çiseleyen yaz yağmuru, eski tozlarla birlikte benim öğütlerimi de toprağa serecek. Yine bakakalacağım, kızımın mavi beyaz çizgili ayakkabılarının altında kalan korkularıma. Oturup bekleyeceğim camın önündeki koltuğuma ve hazır tutucağım kollarımı ağlayarak gelecek küçük kızıma.
Küçük ama aklı kocaman bir kızım var benim. Gel git dönemlerimde büyür benim kızım. Fırtına öncesi sessizliği tanır, gelen bulutların rengini bilir. Neden geldiğini bilmediği fırtına öncesi kendini bir yere atar ve yok olur. Beni nasıl bitirdiğini bilir, tıpkı ortada kalırsa bir dalganın onu alıp uzaklara, dönülmez kıyılara bırakacağını bildiği gibi. Fırtına koparken aklıma bile gelmez küçük mavi bez ayakkabılar. Kökü olmadan büyüyen ağaçlara, köklü olduğu halde dayanamayan ağaçlara şaşarım ben. O bir köşede kocaman açılmış gözleriyle hiç bir anlam veremez olanlara, yaşadıklarımdan habersiz, benim için bunun olağanlığına.
Her fırtına sonrası güneşle mi gelir yoksa güneşi kendi mi getirir küçük ceplerinde bilmem. Bitişimden habersiz yeni fidanlar taşır kucağında benim kızım. Ekelim diye bakar gözümün ta içine. Ekeriz fidanları, dinlendirip bahçemizi. Bir yanımızda umutlar, benim yanımda korkularım. Dizlerimizde dünler, ceplerimizde yarınlarımız.
O kapıya koşar bana görünmeden, ben fidanları sularım bana bile farkettirmeden.
Hayatı anlamak zor.
İnsanları tanımak zor.
Dokuz yaşında bir kıza anlatmak çok zor.
Hiç büyümeyeceğini bildiğin bir kıza anlatmak daha da zor.
Hele bir de o kızla aynı bedeni paylaşıyorsan...
5 Ekim 2011 Çarşamba
Kırmızı Burberry eşarplı kız
Bir varmış bir yokmuş. Evvel zaman içinde, kalbur saman içinde, uzak diyarlarda kırmızı Burberry eşarplı bir kız yaşarmış. Her hafta sonu alzheimer anneannesine Burger King'ten apple pie alıp götürürmüş. Yine bir gün anneannesine giderken metro kazısından dolayı ormanda yolunu kaybetmiş, O sırada uzaktan bir kurt sesi duyulmuş. Çok korkan kırmızı Burberry eşarplı kız hemen çantasından Iphone'unu çıkartmış ama ormanın bu bölgesinde çekmediğini farketmiş. Yaklaşan uluma sesine karışan motor sesiyle, birden metro kazısında oluşan sislerin arasından kurt belirmiş. Altında Harley Davidson üstünde Harvey Nichols kurttan acayip elektirik alan kırmızı Burberry eşarplı kız, zaten alzheimer olduğu için hatırlamayacak anneannnesine gitmeyip motora atlamış. Sonsuza dek gibi süren çok güzel 2 hafta yaşamış ve masalda burada bitmiş...
Gökten 3 elma düşmüş, onlarda hormonlu yemeyin...
28 Eylül 2011 Çarşamba
Kız Arkadaşlara...
Şans doğuştan mı gelir, yoksa sonradan mı edinilir bilmiyorum. Cevabı her neyse, benim ona sahip olduğumu bilmek bana yetiyor.Adil olmak zorunda olmayan bir hayatın içinde o kadar çok şey yaşıyoruz ki. Bazen bende yaşadıklarımdan dolayı şanssız olduğumu düşünmüşümdür. Ama sonra fark ettim ki yaşadıklarım da değil şans, ait ve sahip olduklarımda.
Tanrının aile konusunda torpilli davrandığı biriyim. Hayatta olan da olmayan da, en küçüğü de en ergeni de önüme fener, arkama duvar olabilme yeteneğine sahipler. Bu da hayata 1-0 önde başlıyorsun demektir. Ben 2. golü de ağlara yollayalı çok oluyor. 40 seneyi arkada bırakmış biri olarak 5..10.15.. 25 seneyi geçmiş arkadaşlıklara sahip olmam bunu için yeterli sebep. Her ayağım takıldığın da ya da aklıma takıldığında ya çözmeyi ya kabullenmeyi öğrettiler bana. Eminim ki hayatım boyunca hiç aynaya ihtiyacım olmayacak. Kendime içsel, dışsal yolculuklarla uğraşmayacağım. Çünkü her daim iyiye destek, yanlışa köstek olan kız arkadaşlarım var. Hamurunu bildiğim, hamurumu bilen seçilmiş kız kardeşlerim.. Hep söylerim bilmek yetmez duyabilmek, görebilmek, hissedebilmek daha inandırıcıdır.
Hep şükredicem bana hissedebilme lüksünü yaşatan aileme ve kız kardeşlerime...
20 Eylül 2011 Salı
Nokta...
Sende sevdiğim noktaları birleştirirsem, sevmediğim bir şey çıkar diye senelerce kalemi almadım elime.
Sevmediğim noktalardan da ben çıkarım diye korktum kendi kendime...
16 Eylül 2011 Cuma
Evimin küçük direği...
Hayatımdaki erkekler bir bir eksiliyor etrafımdan. Kimi zamanın getirisi, kimi şok etkisi, kimi güzel bir geleceğin haberiyle gidiyor yanımdan. Evimin küçük direği Ege'nin de yeni okul, yeni şehir ve İstanbul macerası başlıyor. Sabah kalktım ve sürekli ertelediğim bavul hazırlama seramonisine başlamak zorunda olduğumu anladım. Ertele ertele nereye kadar. Yeni bir hayata başladığını bilen tarafım çok mutlu. Bu yolun onun için ne kadar iyi olacağından, hayatına neler katacağından ve çocuklara imkan yaratma konusunda süper olan bir anneyle çok güzel şeyler başaracağından emin. Ama diğer tarafım daha dün kucağımda gezdirdiğim ''tize kuzusu'' ne zaman büyüdü, klasik yorumuyla tam bir Müslüm Gürses derinliğinde arabesk yapıyor ve yazarken bile su sızdırmaya başlıyorum. Kimselere göstermeden sulu tarafımdan kurtulup eşyaları hazırladım. Evimin küçük direği artık gitmeye her türlü hazır.
Bu güne kadar sağlam köklerle yaşadığı evden , kocaman kanatlarla uçması için kapıyı ardına kadar açıyorum. Bir anne yarısının içini rahatlatan en önemli şey artık TAMamlanan bir hayatının olduğunu bilmek...
10 Eylül 2011 Cumartesi
Heidi, Ben 10'e karşı
Yıl 2011, benim çocuğumun ve arkadaşlarının kahramanları Bakugan savaşçıları, Ben 10, Barbie, Wings kızları. Dünyanın rekabet üzerine kurulu olduğu bu zamanda çizgi filmlerin de rekabet, güç ve iktidar üzerine kurulu olması doğal sanırım. Bu da zamanın başka bir getirisi. Bu zaman çocuklarını bizim kadar şanslı görmüyorum ''bu konuda.'' Erkek çocukları güçlerini sürekli arttırmak üzerine kurulu oyunlarla büyüyor. Kaybedenin ''ezik'' olduğu oyunlar. Kızların durumu daha da vahim. Oyun bir yaşam biçimi üzerine kurulu ince, uzun bacaklı, trendy ve güzel olmaktan ibaret. Erkekler kaslarını şişirerek yaratıklara karşı dünyayı kurtarmak zorundalar. Kızlar incelerek yeni ortaya çıkan kızlara karşı hep güzel ve son moda olmak zorundalar.
Zor, gerçekten bu çocukların işleri çok zor.
Hala bulutların üzerinde gezmenin keyifli olacağına inananlardanım. Hala çizgi film seyredenlerdenim. Hala kolay mutlu olabiliyorum.
Teşekkürler Heidi...
9 Ağustos 2011 Salı
Sağım solum acı, saklanmayan ölü...
Ne zaman bir gazete okusam, ne zaman bir haber seyretsem, çıkarıp kafamı hayata baksam hep bir yerimiz kanıyor. İnsanlar ölüyor açlıktan, eziyetten, terörden, töreden. Öyle dalmışız ki aşka, meşke, hayatın çözümünü 121 tane maddeye sığdırmaya, artık ne olursa olsun fark edemiyoruz ne dünyayı ne de artık dönmediğini.
Kimsenin kendi olmadığı zamanlar bu zamanlar. Hep yaşadığın hayatı savunma derdi. Hep bir açıklama derdi. Kimsenin hiç bir konuda bilgi sahibi olmadığı ama her konuda fikir sahibi olduğu zamanlar bu zamanlar. Hayattan anladıklarımızı anlatma gereği, aşkın nasıl olması gerektiğini anlatma, 10 derste kadın tavlayıp, 5 maddede adam şutlama derdi. Hep yaşadıklarımızı haklı çıkarma derdi. Seçimlerimizin başkası tarafından sindirilip takdir edilmesi, kendi içimizdeki hazmı kolaylaştırıyor belki de. Yoksa neden bu kadar savunulası hayatlarımız var...
Sağımız solumuz kan revan içindeyken hala kendi derdimizdeyiz. Çok kızgınım ama kendime. Parmak kadar balıkları satan adama kızamadığım için, ''Ben almasam başkası alacak zaten'' bahanesinin arkasına saklandığım için. Sokakta karısına avaz avaz bağıran adamın önüne dikilemediğim için. Ve 3 gün sonra kahve masasında mangalda kül bırakmayacağımı bile bile, belki sabah çıkamadığını düşündüğüm halde. Kırgınım çok, ama herkese. Ne vakit böyle olduk, ne vakit hayat bu kadar yara oldu... Herkes bir özgürlük düşünde daha kendi sınırlarına bile malik değilken. Ne kadar yarım kaldık daha tam kendimiz bile olamamışken...
Kimsenin kendi gibi olmadığı zamanlardayız. Hiç birimiz dışarıdan bakamıyoruz kendimize, su gibi olduk girdiğimiz kapların şekillerini alıyoruz artık. Ve mutluyuz, bunu zamanın getirisi olduğuna inandırarak kendimizi...
Dünya kanıyor her yerinden. Sağım solum acı, saklanmayan ölü...
31 Temmuz 2011 Pazar
Babama...
Anneler ve kızlar, babalar ve oğullar, anneler ve oğullar bir tarafa babalar ve kızları ayrı tutuyorum her zaman. Belki benden belki babamdan dolayı bilmiyorum, ama her babanın, kızının ilk kahramanı olduğuna inananlardanım ben. Benim kahramanın da babamdı.
Küçükken nedendir bilmem arkadaşlarımdan özenip ''babiş'' dediğimde; ''İstersen sana küçük bir köpek alalım'' diye o yaşta ince ince sınırlarını çizen, Çerkezliğinden dolayı hiç doya doya sarılamadığım ama gözüyle, gönlüyle sevebilen bir adamdı benim babam. Biz küçükken ya da gençken dünya gündeminin bizden önemli olduğunu düşünerek yemek masasında çıt çıkarmadan haberleri dinleten adamdı benim babam. Dünyanın en anlayışlı babası değildi belki ama sabah karanlığında çıktığı balıktan, balık boyları küçük diye tuttuğu balıkları denize bırakıp dönecek kadar duyarlı bir adamdı benim babam. Koca bir ağaçtı benim babam, iki küçük kızını 40 sene her türlü yüküyle taşıyabilen koruyabilen. Tercihlerimizi kabullenmese de saygı duyan, duyulması gerektiğini hissettiren bir adamdı benim babam. Sesinin tonunu hiç yükseltmeyen, sessizliğinde fırtınalar koparan bir adamdı benim babam. Yoktan kendi kendine yapan, yaptıklarını her 3 ayda bir doğum günüm diyerek boğaza karşı uzun rakı masaları kurarak paylaşan bir adamdı benim babam. Çoğalmayı beklemeden olanı paylaşmanın güzelliğini öldükten sonra bile hatırlatarak yaşatan bir adamdı benim babam. Beşiktaş Süslü Karakol delikanlısı, su işlerinde çalışan memur Sadık Bey'in oğlu, artık hiç kimsede görmediğim arka cebinde yurt dışından özel topladığı ütülü mis gibi kumaş mendilleri olmadan kapıdan çıkmayan , yemek masasında kağıt peçeteyi yemeğe ve kendine saygısızlık addeden bir adamdı benim babam. Son 3 gününde hastalığından dolayı beni tanımayan ama ''Gençken seni üzdüm baba affet'' dediğimde bilinçsiz olduğu halde elini başıma koyup beni öpen bir adamdı benim babam. ''Bu akşam bütün meyhanelerini dolaştım İstanbul'un'' şarkısında ona kadeh kaldırdığımda mutlu olduğunu düşündürten bir adam benim babam. Artık yok, ben de keşkelerimle kaldım.
Bazı ağaçlar uzaktan insana benzer, bazı insanlar yakından bir ağaca. Kendi olmasa da hala gölgesini üzerimizde hissettiren koca bir ağaç benim babam...
6 Temmuz 2011 Çarşamba
Sayfiyenin 3 bilinmeyenli havuz problemi...
Sayfiye artık kullanılmayan ama bana hep sempatik gelen bir kelime olmuştur. Sayfiye denince aklımda hep arabanın içinde tıkılmış aile fertleri ve evde kullanılmadığı için sayfiyeye gitmeye hak kazanmış eşyalar canlanıyor. Çocukken yolda gördüğüm manzara hep buydu sanırım ondan. Okulların kapanmasıyla ben de çocukları ve annemi kaptığım gibi kendimi Narlı sayfiyesine attım. Eski komşularla kucaklaşmalar, çocukları sıkıştırıp ''Ay ne kadar büyümüşler, ama sen hep aynısın valla"lar, yeni gelenlerin kimlerden olduğu kapı önü fısıldamaları, balkondan balkona hoşgeldin karşılamaları, hafif küf kokusu için havalandirma calışmaları vs..vs.. Hepsi sayfiyenin ritüelinde olanlar. Yapmazsan olmaz...
Eskiden çook eskiden şarkıdaki gibi henüz kimseler ölmemişken, denizin içinde sadece balıkların olduğu zamanlarda biz hemen mayolarımızı giyer denize koşardık. Ancak zaman, kumun ayağını gıdıklayarak karşılamasından uzak betona basarak yüzme zamanı. Suni küçük gölcükler, sevgili havuzlar... Deniz gibi değil havuz, doğuştan kendine ait problemleri var matematik kitaplarına bile konu olan. Her sene olduğu gibi bu sene de en büyük havuz problemleriyle başbaşayız. İşte bu seneki problemlerimiz;
1. "4 ile 7 yaş arası sürü halindeki bir grup çocuk çığlıklar atmadan nasıl havuzda eğlendirilir"in hiç bilinmeyen denklemi.
2. "Ay vallahi başım tuttu" diyen komşu teyzeleri sakinleştirme formülü.
3. "12:00 havuzdan çıkar 17:00 girersem sonra Ecelerle kaçta parka gidebilirim?" in 3'lü permütasyonu.
4. "Çocuğum su sıçratmadan atlayamıyor musunuz, yüzemiyor musunuz?" sorusunun 2 bilinmeyenli denklemi.
5. "Bu sene biraz kilo aldım sabahları yürüsek mi?" nin çözümsüz durumu vs...
Bu liste uzar gider... Tıpkı her yaz senden gidenle ilgilenmeyip, sana gelen mangal dumanına çare araman gibi.
Sayfiye ve havuz... Çoklu bilinmeyen denklemlerin en güzeli.
15 Haziran 2011 Çarşamba
Dida'nın kanatları...
Bazı şeylerin adı güzeldir, çikolata gibi, gökkuşağı gibi, aşk gibi. Kendinden çok aklında kalanla, hayalinde olanla mutlu eder seni. Oysa ki aşk hayatın boyunca kimsenin vermediği gibi acı verir, çikolatanın aldırdığı kalorileri hesaplamakla geçiyor zamanımız ve gökkuşağı, yanına bile yaklaştırmayan bir ışık oyunundan başka hiç bir şey değilken hepsinin adı güzel.
İsim çok önemliymiş, ben de iki sene önce ilk defa babamın hastalığının teşhisinde duyunca anladım ki, hastalık kötü bir isim ama kanser acı bir isim. Ölümden daha acı. Kanser; Acı bir telaş gibi... Hayatı biraz daha yaşama telaşı, biran önce ondan kurtulma telaşı, hayata daha sıkı tutunmak için başka dallar arama telaşı ve bunları yaparken seni sarmalayan acı. Hayat hepimizin dirayetini ölçüyor ya da o zaten hep böyle zordu. Bilmiyorum, değiştiremiyorsam sorgulamamam gerektiğini de öğrendim artık. Ve daha önemlisi her çirkinliğin bile güzel bir tarafı varmış, bunu da bu sene öğrendim. Bu adı çirkin acının içinde hem de tam ortasında güzel çiçek olduğunu öğrendim, bu karanlık denizin içinde koca bir deniz feneri, benim çelik manolyam, tanrının sevdiği çocuğu Dida. Kanserli hastalara adanmış bir hayat, onların en iyi şekilde tedavisi için kurulmuş bir dernek, ta uzaklardan hastalara dağılması için burada yetiştirilecek mantarların bile programlanması, tv programları, konferanslar ve bitmek bilmez koşuşturmalar. Ve kendi acı telaşı.
Annelerin bu hayatta çocuklarına bırakacakları iki şey var. Kökleri ve kanatları. Büyümeleri ve hayatta kalmak için köklerimizi geçmişimizi bırakıyoruz. Ve yarınlara uçabilmeleri için de kanatlar hazırlıyoruz onlara. Bazen önemini düşünmeden, üstün körü, sahip olmanın verdiği rahatlıkla, şükürden uzak. Ama her çocuk bu kadar şanslı değil. Bu acı telaştan kırılmış kanatlara, yalnızca köklere sahip onlarca, yüzlerce çocuğa kanatlar hazırlamak için çırpınan biri Dida. Kocaman bir kalbe ve kocaman kanatlara sahip bir anne benim nazarımda.
Bazı şeylerin adı çirkin kanser gibi...
Bazı şeylerin adı güzel gökkuşağı gibi...
Bazı isimler sahip oldukları kişilerden bile büyükler Dida gibi,
DİDA; Tanrının sevdiği çocuğu...
11 Haziran 2011 Cumartesi
Hay ben böyle neslin ızdırabını...
Yeni dünya ile eski dünya arasında sıkışıp kalmış bir neslin çocuğu olarak, ne annemin gözüne girebildim ne de çocuklara yetişebildim.
Evde yapılan herhangi bir işten bahsettiğimde annem hiç üşenmeden tozlu raflardan hiç toz tutmayan plağını çıkarır ve başlar ''Sen bizim zamanımızda görecektin işi, o zaman kadın madın da yok, şimdiki gibi bulaşık makinesi, çamaşır makinesi yok, biz bezleri bile kaynatırdık'' uzun havasına. Uzun hava gerçekten uzun bir hava olurdu, çünkü anlat anlat bitmez o devrin ızdırabı. Ne yaparsam yapayım o zaman kadınlarının takdirini kazanamıyorum. Sabahları gösterilen kadın programlarını ''sevmiyorum'' dedim diye ''Bir türlü kadın olamadın da ondan'' dedi. Ağzım 10 sn. kadar açık kalmasına rağmen ''Neden'' diye sormaya cesaret edemedim...
Evdeki ergenin dilinden anlamak annenle anlaşmak kadar zor. Teknolojiye doğmuş bir ergenin anlattıklarını bazen anlamıyorum ve soru sormak gafletinde bulunuyorum, işte o an bir bakışı var ki, ben bu bakışı tanıyorum. 20 sene önce rahmetli babamın televizyona yapışmış halime ''ne buluyorsunuz kızım bu zenci adamda ?'' diye sorduğunda M.Jackson'ı tanımadığı için, dünyadan bir haber olduğunu düşündüğüm babama attığım ''Yazık'' bakışıdır. Babam anca Amerika'da ki bir şarkıcıyı bilmezdi, ben şimdi, 15 yaş dünyasından bi haberim neredeyse. 15 geçtim, 5-6 yaş trendi Wii denen oyunları bile beceremiyorum. Ve 5 yaş daha acımasız bir dürüstlük abidesi ''Çok beceriksizsin anne ama üzülme seni seviyorum.''
Anladım ki biz ayrı zamanların, ayrı dünyaların insanıyız. Ortak paydamız yok gibi. Gibi diyorum çünkü 3 neslin tek ortak paydası var o da Ajda Pekkan, dolayısıyla yapacak da fazla bir şey yok o zaman...
Evde yapılan herhangi bir işten bahsettiğimde annem hiç üşenmeden tozlu raflardan hiç toz tutmayan plağını çıkarır ve başlar ''Sen bizim zamanımızda görecektin işi, o zaman kadın madın da yok, şimdiki gibi bulaşık makinesi, çamaşır makinesi yok, biz bezleri bile kaynatırdık'' uzun havasına. Uzun hava gerçekten uzun bir hava olurdu, çünkü anlat anlat bitmez o devrin ızdırabı. Ne yaparsam yapayım o zaman kadınlarının takdirini kazanamıyorum. Sabahları gösterilen kadın programlarını ''sevmiyorum'' dedim diye ''Bir türlü kadın olamadın da ondan'' dedi. Ağzım 10 sn. kadar açık kalmasına rağmen ''Neden'' diye sormaya cesaret edemedim...
Evdeki ergenin dilinden anlamak annenle anlaşmak kadar zor. Teknolojiye doğmuş bir ergenin anlattıklarını bazen anlamıyorum ve soru sormak gafletinde bulunuyorum, işte o an bir bakışı var ki, ben bu bakışı tanıyorum. 20 sene önce rahmetli babamın televizyona yapışmış halime ''ne buluyorsunuz kızım bu zenci adamda ?'' diye sorduğunda M.Jackson'ı tanımadığı için, dünyadan bir haber olduğunu düşündüğüm babama attığım ''Yazık'' bakışıdır. Babam anca Amerika'da ki bir şarkıcıyı bilmezdi, ben şimdi, 15 yaş dünyasından bi haberim neredeyse. 15 geçtim, 5-6 yaş trendi Wii denen oyunları bile beceremiyorum. Ve 5 yaş daha acımasız bir dürüstlük abidesi ''Çok beceriksizsin anne ama üzülme seni seviyorum.''
Anladım ki biz ayrı zamanların, ayrı dünyaların insanıyız. Ortak paydamız yok gibi. Gibi diyorum çünkü 3 neslin tek ortak paydası var o da Ajda Pekkan, dolayısıyla yapacak da fazla bir şey yok o zaman...
8 Haziran 2011 Çarşamba
Anne ben çakma mıyım?
LADUREE Paris.. 1862'de Paris'te açılmış bir makaron ve sorbe cenneti. Hatta Kasım ayında Bebek'te açılışı yapıldı sanırım. En küçük eltim iş icabı sürekli yurt dışında ( benim için süper bir şey ). Fransa dönüşü çok seviyorum diye bir kutu makaron getirmiş. Yediğim anda anladım ki bunca zamandır makaronun da çakmasını yiyormuşum. Evet yemeklerin de çakması var ben de bunu en iyi Ortaköy Pizano'da yediğim pizzayla ve ben tiramisu sevmem dedikten 20 dak. sonra Rahmi'nin yaptığı tiramisunun dibini kazırken anlamıştım.
Her şeyin iyisini seviyoruz ama yapmaya gelince malzemeden çalıyoruz. Çanta, saat, yemek neyse de bazen insanların geneline, hayattan beklentilerine, ideallerine, eğlencelerine, insan ilişkilerine bakıyorum da anneme sormak istiyorum - Anne ben çakma mıyım?
6 Haziran 2011 Pazartesi
Ne sporla, ne sporsuz...
Yaş 40'ı geçtimi yerçekimi kanunları da daha bir çekiyor sanki bizi aşağı doğru. Doğum sonrası temelli kalmaya gelen kilolar da daha bir yerleşik düzene geçiyorlar. Genelde aşağı kesimlere, güneye doğru kalça sahilleri ve göbek mevkiinde toplanıyorlar. Geçen hafta jöle kıvamındaki etlerimden çok, sırt ve boyun ağrılarım için pilatese başlama kararı verdim. Haftada iki gün yeterliymiş, şayet spor geçmişiniz varsa haftada 3 gün de olabiliyormuş.
Geçen hafta ilk derse girdim. Öncelikle hiç terlemiyorsunuz ve çok zevkli. Ama ne kadar yaradığını anlamak için belden ve basenden hiç ölçü almadım. Sabah erkenden kahvaltı ettikten sonra tartıldım. Sonuç:63. Hamile kalmadan önceki kilomla arasında tam 7 kilo var ama görüntü daha feci... En kalın yerleri ölçtüm ve not ettim. Şimdi her hafta ne kadar farkettiğini, kaç santim inceldiğimi göreceğiz. Sonuç iyi çıkarsa ilk ölçüleri de söyleyebilirim...
İşe yarasın ya da yaramasın 15 dak. yürüyüş bile olsa spor yapmayı seviyorum. Sadece yapabiliyor olduğumu hatırlatması bile sevmem için yeterli bir sebep...
Geçen hafta ilk derse girdim. Öncelikle hiç terlemiyorsunuz ve çok zevkli. Ama ne kadar yaradığını anlamak için belden ve basenden hiç ölçü almadım. Sabah erkenden kahvaltı ettikten sonra tartıldım. Sonuç:63. Hamile kalmadan önceki kilomla arasında tam 7 kilo var ama görüntü daha feci... En kalın yerleri ölçtüm ve not ettim. Şimdi her hafta ne kadar farkettiğini, kaç santim inceldiğimi göreceğiz. Sonuç iyi çıkarsa ilk ölçüleri de söyleyebilirim...
İşe yarasın ya da yaramasın 15 dak. yürüyüş bile olsa spor yapmayı seviyorum. Sadece yapabiliyor olduğumu hatırlatması bile sevmem için yeterli bir sebep...
5 Haziran 2011 Pazar
Ağaç yaşken,tencere küçükken...
Annelik bazen o kadar yorucu oluyor ki, koşturması, sorumlulukları, kararları vs... Annelikten sıkılmasak da, beziyoruz arasıra. Ama bu arada annelikten keyif almayı, çocuğumuzla eğlenmeyi erteliyoruz hatta unutuyoruz. Bir nevi yemekten sonra günün tatlısını yemeden kalkıyoruz. Neyse ki bizi düşünenler var, mesela Prof.Dr.Benal Büyükgebiz ve Dilek Baş gibi. Onların deyimiyle ''çocuklarınıza hazırlayacağınız en sevimli tabaklar'' ı hazırlamışlar. Hepsi sağlıklı, kolay hazırlanabilen ve neşeli tabaklar. Pazar sabahları ya da akşamüstü atıştırmalıkları için şiddetle tavsiye ediyorum.
Hem evinizdeki hem de içinizdeki küçük aşçı için mutfağınızda bu kitaba yer açın.
Bulduğu bütün kreatif yayınları eve taşıyan bir kardeşiniz yoksa, bütün D&R' larda bulabilirsiniz.
4 Haziran 2011 Cumartesi
Sessizlik gibi aniden gelir ve gider hayat..............
40 yaşını geçmiş ve tek başına çocuk büyüten bir anne olarak, çocuğuma bırakacağım kenarı dantelli havlu, birkaç resim ya da birikim harici bir şeyler olmalı. Mesela yaşadıklarım ki bana göre bir annenin bırakacağı en güzel şey kökleri yani gördükleri, çektikleri, güldükleri. Bizi biz yapan hayatın getirileri. Benim hayatım biraz herkesin hayatı gibi ama geneli benim gibi.. Yani ortaya karışık bir hayat. Eskiden dört kenarından siyah kartona sıkıştırılmış fotograflar anlatırmış her şeyi ama zaman bu zaman ve bu zaman dünkü fotograflar yarını bile göremeden eskiyor. Artık her şey çok hızlı
Aniden geliyor yarın, aniden geliyor aşk,aniden oluyor içinde bir bebek ... Sessizlik gibi aniden geliyor yarın ve sessizlik gibi aniden geliyor yalnızlık, bir kamyon arkasında fren izleriyle beraber...
Her şeye rağmen güzel ve kalabalık bir hayat benimki, rengarenk ve dolu. İşte ben de tam burada oğluma bırakacaklarımı paylaşmak istedim. Elimizde 4 numara şişler olmasa da verebilecek çok örneklerimiz olduğunu biliyorum......
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)