Beklemeye gerek yok dünyanın sonunun gelmesini. Her doğan insan, kendi alın yazısı gibi kendi kıyametiyle doğuyor artık. Her kadın, Her erkek, Her çocuk, Her canlı,
Doğan her canlı kendi alın yazsıyla doğup, bazen başkasının kaleminden çıkan kıyametiyle ölüyor artık...
İnternet insanı mı gergin yoksa her yerde bir yüksek gerilim hattı mı geçiyor. Şimdi cemaat-ı twitter'da daha net görebilme imkanına sahip oluyoruz. Hepimizin içinde olan bir melonkoliklik ya da yaşadıklarımızdan gelen mutsuz anılarımız var. Fakat bu mutsuzluğuna, mutluluğundan daha fazla zaman ayırmayı gerektirmiyor. Biraz böyle olduk ve sanırım bu yüzden de huzursuz ve mutsuz bir topluluğuz artık. Çok güzel insanlar da var duyarlı, sağduyulu, çevreyle, insanla, hayvanla elinin yettiği her şeyle ilgili ve alakalı. Ama bu durumundan dolayı, insan yönlerinden dolayı aldıkları tepkilere ağzım açık kalıyor. Geçen ay bir gazetecenin Ömür Gedik için yazdıklarına, sıradan bir twitter üyesinin Mehmet Esen için verdiği cevaplar en basit örneğidir bu durumun. İkisi de kendi ya da işi ya da kariyerinle alakalı olmayan, hayvanlarla ilgili yaptıkları ya da yazdıklarından dolayı tepki aldılar ve hatta gazeteci olmalarına rağmen yaptıklarından haberdar olmayanlar, yapmıyor diye eleştirdiler. Mehmet Esen'in üst katında ağlayan bir yavru bir kedi için yazdıklarından sonra olayı ülkeye, ölenlere, şehitler bağlanma yolunu ben anlamadım. Anlamak da istemiyorum. Ben hem yürüyen aynı anda da sakız çiğneyebilen insanlarla konuşmak istiyorum. Hem şehitlere, hem Somali'ye, hem de yolda ezilen kedilere ağlayabilenleri dinlemek istiyorum. Hem dizi seyredebilen, hem kitap okuyan hem de dünya görüşüne sahip insanları okumak istiyorum. Hem yeniliklere açık, hem de bayram sofralarının kıymetini bilen insanları görmek istiyorum. Hem namazın, hem rakının zamanını ayırt edebilen insanlarla içmek istiyorum. Hep manşete, hiç vahşete dönüşmeyen aşklar yaşayanları sevmek istiyorum. Hem ofsaytı bilen, hem jülyen kesebilenlerle yemek yemek istiyorum. Hem tüketebilen, hem de dikebilenlerle yarını görmek istiyorum. Okuyabilen, görebilen, dinleyebilen, anlamasa da bilen ve tek yetecek olan da aslında insan olabilen. İnsanız aynı anda onlarca şey isteyebildiğimize, yüzlerce hayal kurabildiğimize, bir sürü korkuları barındırdığımıza göre aynı anda bir çok şeye de üzülebiliriz. Bazı insanlar sevmiyor, sevemiyor.... Belki de sevseler, kendilerinden nefret ederler...
Hayatı anlamak mı zor, yoksa ufacık gözlere bunu anlatabilmek mi? Bir kızım var benim daha dokuz yaşında. Aklı her şeye eriyor ama ne hayatı biliyor ne insanları. Hatalar yapıyor ve üzülüyor. Ama o da anlayacak hatalar sayesinde ders almayı ve dersler sayesinde hata yapmaktan kurtulmayı. Birgün o da bu çembere girecek nasılsa. Beni yoran her seferinde üzülüyor olması. Sessizce kabuğuna çekiliyor olması. Benim bile dokunamıyor olmam. Ama gün geliyor küçük dizlerinde eskisi bile kapanmamış yaralarla bir çiçeğe, bir kahkahaya tav olup gün ışığına çıkıyor. Yeni umutlarını takıyor lüle lüle saçlarına, dalıyor yeni oyunlara. Saklanıyor önce, sonra bulunmanın sevinciyle küçük ellerini dayıyor duvara, sayıyor ona kadar. Her döndüğünde birini bulacağından emin olarak. Emin olmanın gereksizliğini anlayana kadar. Kızım kadar iyi olamıyorum ben, hatta kötüyüm. Yüzündeki mutlu ifadeyi alıp, kapanmamış yaralarını gösteriyorum, hatırlatıyorum acılarını ve belki de yarın yaşayacaklarını. Aslında biliyorum ki kapıdan çıktığında çiseleyen yaz yağmuru, eski tozlarla birlikte benim öğütlerimi de toprağa serecek. Yine bakakalacağım, kızımın mavi beyaz çizgili ayakkabılarının altında kalan korkularıma. Oturup bekleyeceğim camın önündeki koltuğuma ve hazır tutucağım kollarımı ağlayarak gelecek küçük kızıma. Küçük ama aklı kocaman bir kızım var benim. Gel git dönemlerimde büyür benim kızım. Fırtına öncesi sessizliği tanır, gelen bulutların rengini bilir. Neden geldiğini bilmediği fırtına öncesi kendini bir yere atar ve yok olur. Beni nasıl bitirdiğini bilir, tıpkı ortada kalırsa bir dalganın onu alıp uzaklara, dönülmez kıyılara bırakacağını bildiği gibi. Fırtına koparken aklıma bile gelmez küçük mavi bez ayakkabılar. Kökü olmadan büyüyen ağaçlara, köklü olduğu halde dayanamayan ağaçlara şaşarım ben. O bir köşede kocaman açılmış gözleriyle hiç bir anlam veremez olanlara, yaşadıklarımdan habersiz, benim için bunun olağanlığına.
Her fırtına sonrası güneşle mi gelir yoksa güneşi kendi mi getirir küçük ceplerinde bilmem. Bitişimden habersiz yeni fidanlar taşır kucağında benim kızım. Ekelim diye bakar gözümün ta içine. Ekeriz fidanları, dinlendirip bahçemizi. Bir yanımızda umutlar, benim yanımda korkularım. Dizlerimizde dünler, ceplerimizde yarınlarımız. O kapıya koşar bana görünmeden, ben fidanları sularım bana bile farkettirmeden. Hayatı anlamak zor. İnsanları tanımak zor. Dokuz yaşında bir kıza anlatmak çok zor. Hiç büyümeyeceğini bildiğin bir kıza anlatmak daha da zor. Hele bir de o kızla aynı bedeni paylaşıyorsan...
Bir varmış bir yokmuş. Evvel zaman içinde, kalbur saman içinde, uzak diyarlarda kırmızı Burberry eşarplı bir kız yaşarmış. Her hafta sonu alzheimer anneannesine Burger King'ten apple pie alıp götürürmüş. Yine bir gün anneannesine giderken metro kazısından dolayı ormanda yolunu kaybetmiş, O sırada uzaktan bir kurt sesi duyulmuş. Çok korkan kırmızı Burberry eşarplı kız hemen çantasından Iphone'unu çıkartmış ama ormanın bu bölgesinde çekmediğini farketmiş. Yaklaşan uluma sesine karışan motor sesiyle, birden metro kazısında oluşan sislerin arasından kurt belirmiş. Altında Harley Davidson üstünde Harvey Nichols kurttan acayip elektirik alan kırmızı Burberry eşarplı kız, zaten alzheimer olduğu için hatırlamayacak anneannnesine gitmeyip motora atlamış. Sonsuza dek gibi süren çok güzel 2 hafta yaşamış ve masalda burada bitmiş... Gökten 3 elma düşmüş, onlarda hormonlu yemeyin...