GüldenAlparGüler
+40, yalnız, mutlu, çocuklu...
4 Ekim 2013 Cuma
Burası onkoloji bölümü beşinci kat...
Burası beşinci kat, tıpkı denizle dalganın, bulutla yağmurun ayrılmasının mümkün olmadığı gibi, korkuyla umudun beraber yeşerdiği kat. Burası beşinci kat, şükür ile duanın beraber yoğurulduğu, iyi ki ile keşkenin birbiriyle çarpıştığı kat. Yeni değişimlerin eski defterlerle vedalaştığı kat beşinci kat. Burası beşinci kat, ikinci şansın, köprüden önceki son çıkışla aynı kapıyı paylaştığı kat. Burası beşinci kat, yaza girip kışa çıktığın, sonbaharı da, ilkbaharı da gözünü kırpmadan tüketen kat. Renkleri değişen yaprakları, gelen giden bulutları, neye güldüğünü merak ettiğin insanları açılmayan camların arkasından seyrettiğin kat beşinci kat. Burası beşinci kat, hayatın boyunca cevabını bulamadığın bir çok sorunun cevabını, odalarında saklı tutan kat. Burası beşinci kat, hayatının geri kalanında yanında olmasını istediğin kişileri sana seçmende yardımını hiç esirgemeyen kat. Burası beşinci kat, bir anda bütün dünyanın seslerini susturabilme yeteneğine sahip insanlara, odalara, koridorlara evsahipliği eden kat.
Burası beşinci kat; asla burada olmanı istemediğim gibi asla burada olduğunu da unutmanı istemediğim kat, beşinci kat...
5 Haziran 2013 Çarşamba
Yürüdüm yürüdüm ama olmadı...
Tam 5 gündür her gece yürüyorum. Kendim için, çocuğum için, çocuklarımız için. Ne için yürüyorum, özgürlüğüm için yürüyorum, dilediğim gibi giyinmek, dilediğim gibi ibadet etmek, dilediğim gibi düşünmek, konuşabilmek, yaşayabilmek adına. Ama bugün yürümeme kararı aldım. Direnişe inancım sonsuz ama olmadı...
İlk günler ben de gaza gelip her slogana alkış tuttum, bağıra bağıra söyledim her şeyi. İçimden çıkan canavarı ben bile fark edemedim. Sonra iki gecedir artık yürümeye alıştığımızdan mıdır nedir, etrafıma dikkat edince genclerle, çocuklarla, hatta bebek pusetinde bize katılan bebeklerle yürüdüğümü fark ettim. Bunu fark ettiğimde ağzımdan çıkanları da kulağım fark etti. Ben ne yapıyordum acaba? Ben gençlere haklarını savunmak için örnek olurum ama hak istemekle, ağız dolusu küfür etmek apayrı şeyler. Tepki göstermenin yolunun bu olduğu mesajını verirsem, benim yanlışım da bana küfreden bir çocuğa kızmaya hakkım var mı? Çünkü benim, bizim ayak izlerimizi takip eden çocuklar, bizim çocuklarımızdan başkası değil. Keşke küfür edeceğimize Ankara, İstanbul, Gümüşsuyu, Beşiktaş, Hatay yanınızdayız diye bağırsaydık. Marşlarla, tepkilerle, isteklerle sınırlı kalsaydık ama olmadı...
Herkesin özgür olmasını istememe rağmen, kendimde içmeme rağmen keşke kimse alkol almasaydı diye düşündüm dün gece.Yaşı daha çocukluktan yeni çıkmış, ama kendi gözünde, ruhunda koca adamlar yaşatan çocuklar vardı ellerinde biralarla. Toplantının ne amacından, ne nedeninden, haberdar olmadıkları yüzlerinden, yaptıklarından belliydi. Dayanamadım bağırdım, çağırdım, huzuru bozmaya kalkanı tuttum kolundan uzaklaştırdım, benim yürüyüş nedenimi saptırmasına izin vermedim(k). Bununla bitseydi keşke ama olmadı...
Sahi ne için oradaydı acaba o çocuklar?
Klüp başkanı vefat ettiğinde, neredeyse devlet törenini aratmayacak, ona yakışır bir veda düzenleyebilen Bursaspor ve Teksas grubu da yürüyüşte olsaydı keşke. Aynı düşüncede olmayabiliriz ama en azından ağzına yeşil beyaz formalarını bağlayan taşkın grubu tutardı, renklerini bu olaylara alet etmelerini engellerdi. Benim o çocukların arasına girmeme de gerek kalmazdı. Benimle kol kola yürümeniz , bana katılmanız gerekmiyordu ama olmadı...
Arkadaşlarım bile provokasyona başladıysa, konu Atatürk bile olsa faşistleşiyorsa, direndiğim sistemden ne farkımız kaldı. Bu hiç olmadı...
Beş gündür yürüyoruz, ben bir kere çevik kuvvet ve panzerle karşılaştım o da olaysız bitti. Demek ki istenirse poliste, emniyet müdürüde, sivillerde, yürüyen halkta insanca davranabiliyormuş. Bu kadar insan neden telef oluyor. O zaman yine oyun, yine düzen keşke değişen bir şeyler olsa ama olmadı...
Benim ülkemin tepesindeki özgürlüğüme bu kadar karışmasaydı, bana biraz sağduyulu olsaydı, yarınımı, yeşilimi, denizimi, toprağımı, inandıklarımı benim için korusaydı, bana da %50 kadar sahip çıksaydı, anlamak için biraz kafasını eğebilseydi, Allah'la arama girme çabasını bıraksaydı, o köşkünde oturur olacaktı, ben de evimde, Abdullah Cömert'te hayatta olacaktı, polisten nefret etmeyi öğrettiği gençler de okullarında ama olmadı...
Ben özgür yaşamak istiyorum, tek derdim buydu ama akşam eve gelince bir yalnızlık çöktü üzerime.
Ne sokaktaki, ne yanımdaki, ne tepemdeki, anlamadı ya beni, anlasaydı iyiydi de o da OLMADI...
4 Haziran 2013 Salı
Bülent Peker'in, bir Cumhuriyet vatandaşının yazısıdır...
Ak Parti’li Direnişçiden Başbakana Mektup…
Sayın Başbakanım,
Mektubumdaki başlığın mahiyetine bakarak olur da hakkımda “provakatör” yaftası yapıştırmayasınız diye derdimi anlatmadan önce kendimden bahsetmek zorundayım ne yazık ki…
33 yaşında, Uluslararası İlişkiler ve Siyaset tahsili yapmış, iki yabancı dil bilen, teknoloji dahil dünyadaki tüm gelişmeleri yakından takip eden, hayatının 3’te 1’ini 30’a yakın ülkeyi gezerek ve yaşayarak geçirmiş, aslen Karadeniz’li ve Gürcü kökenli ama aslanlar gibi bir Türk evladıyım…
Bugüne kadar Asya, Avrupa, Amerika, Afrika ve Avustralya kıtalarında bulunmuş, genç yaşıma rağmen ülkem daha 2023 hedefiyle tanışmadan yıllar önce kuşun uçmadığı kervanın geçmediği Pakistan-Afganistan sınırlarında ticaret yaparak bayrağımızı gururla taşımış, bugün hala bu birikim ve deneyimle iş yapmaya çalışan gururlu bir Türk girişimcisiyim.
Beş vakit namazında ve niyazında olan annem ve babam dâhil ailemin hiçbir ferdi bugüne kadar hiçbir yasa dışı oluşum, toplantı, gösteri vb eylemler içerisinde yer almamış, var gücüyle vatanı ve milleti için çalışmış - yani özetle ötekileştirebileceğiniz hiçbir sosyolojik, ekonomik ve siyasal bir gruba ait olmayan - standart bir Türk aile yapısına mensubum.
Bütün bu söylediklerimi emriniz altında çalışan istihbarat teşkilatımıza teyit ettirebileceğiniz gibi, buna hiç ihtiyaç dahi duymadan -bugün tam bir baş belası olduğunu söylediğiniz- sosyal medyadaki twitter hesabımdan yıllardır yazdıklarıma ve paylaştıklarıma bakarak da rahatlıkla anlayabilirsiniz… (@bulent_peker)
Buraya kadarı hikayenin sıkıcı kısmı… Sizi ilgilendiren tarafı bundan sonrası…
Sayın Başbakanım, hikayemin sizi ilgilendiren tarafı asıl bundan sonra başlıyor… Bilmenizi isterim ki; iktidara geldiğiniz ilk günden bu yana bir seçmen ve destekçiniz olarak partinizin yanında yer aldım. Oy kullandığım bütün seçimlerde Ak Parti’ye oy verdim. Ak Parti’ye ait yerel yönetimlerin ulusal ve uluslararası ölçekteki projelerine danışmanlık yaptım. Toplantılarınıza katıldım. Size ve birlikte yola çıktığınız insanlara yapılan tüm haksızlıkların karşısında durdum. Siz, 28 Şubat, askeri vesayet, baş örtüsü, özgürlükler, Mavi Marmara, Ergenekon, Anayasa ve en nihayetinde çözüm süreci gibi onlarca konuyu savunurken aklım ve ilmim yettiğince sizi savundum ve destekledim. O meşhur balkon konuşmanızı gözlerim dolu ve mağrur bir şekilde dinledim. Defalarca etrafıma dinlettim.
Sahip olduğum bütün imkânlara rağmen bir kez olsun hak yemedim, haram yemedim ve kendi gücümce yedirmedim. Tüm bunlara rağmen etrafım ve çevreme göre; kimi zaman “yavşak” oldum, “yandaş” oldum, “düzenin adamı” oldum ama bir gün olsun “doğru bildiğimden şaşmadım”.
Biz kimdik, ne olduk?
Biz, hayatımızın baharında yerleşik düzenle mücadele etmeyi, yapılan tüm haksızlıklara ve taşkınlıklara rağmen sabırla direnmeyi, her ırktan, görüşten, milliyetten insanı dinlemeyi öğrendik. “Kefeni giyip çıktım” dediğiniz yolda gencecik bedenlerimizi, akıllarımızı ve ruhlarımızı size emanet ettik. Hiçbir zaman “sandıkta bir oy” değildik. Eğitimi, tahsili, ahlakı, kültürü, vicdanı ve tüm insani birikimi ile olsa olsa bu memleketin geleceği bizler idik. Öyle gördük, öyle bildik, öyle inandık… Şimdi ne oldu da bir avuç provakatör, darbeci, çapulcu olduk?
İşte bu bizim hikâyemiz…
Anlatacaklarımın bundan sonraki kısmına derdimi daha iyi ifade edebilmek için resimlerle devam edeceğim Sayın Başbakanım. Gerçi siz benden daha iyi biliyorsunuzdur ama olur ya atladığınız bir şeyler vardır diyerek bu resimleri seçerken kronolojik bir sıralama yapmaya özen göstereceğim…
Önce “biz” değildik… Onlar vardı…
Bir hafta önce başladı her şey. Önce birkaç görüntü ilişti gözüme televizyonlarda. Yukarıda Allah var, “hiç önemsemedim”. “Tevekkeli zeki insanlar ama bunların da hayatı muhalefet be” dedim ve geçtim…
Ya kardeşim olsaydı…
Derken bir gün ansızın bu görüntüler düşmeye başladı sosyal medyadaki hesabıma… Gerçi siz Twitter başa bela dediniz ama biz Sizi, Cumhurbaşkanımızı, Suat abimizi ve hatta Melih Gökçek’i bile hep oralardan takip ettik bugüne kadar…
Bir gece yarısı ansızın Gezi Parkı’na giren kolluk kuvvetlerimizin nefretine ve şiddetine tanık olduk ekranlarda. Ortalığı nasıl dağıttıklarını, çadırları nasıl yaktıklarını, bilmem kaç bar basınçla insanların kafasına nasıl su sıktıklarını izledik. Üzüldük…
Ben bunlara bakarken, memlekette olan eli öpülesi anam aradı telefondan. İstanbul’a gittiğimi biliyordu. Dikkatli olmamı salık verdi her zaman ki. Dua edip kapattı. Bir resimlere baktım, bir de kendime… Düşündüm… Dedim, ya bu kızcağız benim kardeşim olsaydı..?
Ve bir kardeşimiz daha ilişti gözüme… Memlekette adam kalmamış gibi sanki, dikilip tek başına bir TOMA’nın karşısında göğsünü siper eden…
Ve o büyük vatanperverin dizeleri yankılandı beynimin içinde…
Garbın afakını sarmışsa çelik zırhlı duvar,
Benim “iman dolu göğsüm” gibi serhaddim var.
Ulusun, korkma! Nasıl böyle bir imanı boğar,
‘Medeniyet!’ dediğin tek dişi kalmış canavar?
Benim “iman dolu göğsüm” gibi serhaddim var.
Ulusun, korkma! Nasıl böyle bir imanı boğar,
‘Medeniyet!’ dediğin tek dişi kalmış canavar?
Mehmet Akif Ersoy
Büyüklerimden öğrenmiştim. Parayla “imanın” kimde olduğu bilinmez diye. Sizce de öyle değil mi Sayın Başbakanım?
(Bilmenizi isterim ki; ben bundan sonra katıldım bu direnişe…)
Ben hiç gitar çalmadım…
65 yaşındaki kamu emeklisi babam, saz çalmamı isterdi çocukluğumdan beri. Yeteneğim yoktu, yapamadım. Sonra bir kardeşimizi gördüm elinde gitarıyla. İmrendim… Dedim; “ya bizim topraklardan bir şeyler çalıyorsa?” Ne bileyim bir Âşık Veysel, bir Âşık Mahsuni, bir Neşet Ertaş, bir Ahmet Kaya, bir Kazım Koyuncu biliyorsa…
Sonra U2’nun solisti Bono ile buluşmanız geldi aklıma… Hani hatırlarsınız dünyada çok az sayıda lidere nasip olan - reformist - şahsiyetinizi bizzat tanımak ve destek vermek için ülkemize gelip bir IPod hediye etmişlerdi size ve çocuklarınıza…
Düşündüm sonra… Müziğe de karşı olamazdınız ya?
Basit bir eylem bir direnişe nasıl dönüşür?
Hani hep diyorlar ya bunların derdi üç beş ağaç değil diye… Doğrudur, ne yalan söyleyeyim. Karadeniz’in yeşilliklerinde büyümüş, yeşile doymuş bir evlat olarak doğa için canımız feda ama soruyorum size “insan” olmadıktan sonra, doğa neye yarar?
İsterseniz bu görüntülere birlikte bakıp anlayalım ben neden düştüm “insanlık peşine”…
(Eylemler esnasında Mobese kameralarımız kapalı veya havaya bakar durumda olduğu için görüntülerimizi “haddimiz olmayarak” sivil halktan edinmek durumunda kaldık maalesef, kusura bakmayınız.)
(Arkadaşın elindeki pankartta isminiz yazıyor. Saygısızlık ettiğimi düşünüp okumaktan vazgeçersiniz diye bu plandan çekilmiş resmi verdim.)
Olimpiyatlara hazırlanan şehrimizin uzak doğu sporları takımından arkadaşlarla #GeziParkı Keyfi…
Bu arkadaş da voleye hazırlanırken…
Çiçek sulayan çevreci polis kardeşlerimiz…
Gözümle gördüm. Bu kızcağız ahlaksızca geziyordu Kordon’da..
Bu arkadaş da mevsimi gelmeden şort giymiş, ondan olabilir…
Bunun da sakalları var. Devrimci midir nedir?
Beyin travması nasıl yaratılır adlı eser…….
Bacağımızı da aldık geldik der gibi…
Siz yanlış biliyorsunuz Sayın Başbakanım… Biz bunlar değiliz…
Eli kanlı şuursuzlar değiliz…
Gezi Parkı’ndaki barakaları, kamu mallarını yakanlar bizler değiliz…
Maşa ve piyon HİÇ değiliz…
Biz aslında bunlarız…
Onbinlerce olsak da polisini her fitneden sakınan bir milletiz…
Mizacımız biraz “kaba ve sert” de olsa kurallarımız var…….
Birlikte yaşamak nedir iyi biliriz…
Yardımseveriz…
Merhametliyiz….
Maskelerin arkasına saklanmayacak kadar yürekliyiz… (Teyzecim affet, ellerinden öperim)
Özetle…
Biz; bu ülkenin düşünen, okuyan, üreten sağduyulu evlatlarıyız. Ülkemiz ve milletimiz kadar özgürlüğüne düşkün, hakkını aramasını bilen, aslında apolitik yetişmiş ama yeri geldiğinde politikanın alasını yapabilen fikri genç, kimliği genç beyinleriyiz.
Biz; Ak Parti, CHP, MHP, BDP, TKP, İP değiliz. Biz apolitik yetişmiş bir neslin yine apolitik kitleleriyiz. Biz bindirilmiş kıtalar da değiliz üstelik. Örgüt değiliz, örgütlü de değiliz. Şiddet ve provokasyon taraftarı şerefsizlerden hiç değiliz. İlla bir provokatör görmek istiyorsanız lütfen önce kendi çevrenizden başlayınız.
Bizlerin arkasına geçmiş provokatif tipler olamaz mı? Elbette olabilir. Ama siz de iyi bilirsiniz ki; bir devlet kendi halkının arkasını kollamadığı zaman o halkın arkasına geçen çok olur. Gençliğimiz sizi yanıltmasın, biz tarihi dogmalarla değil, internet aleminde milyon tane farklı kaynaktan okuyarak öğrendik.
Biz; elimizde telefonlar, kucağımızda laptoplarla “pasif ve barışçıl direnişi” ve “orantısız zeka kullanımını” benimsemiş, “teknolojik devrimi” yaşamış yeni jenerasyonuz.
Biz; yeri geldiğinde kendiyle dalga geçen, en sıkıntılı zamanlarda bile gülümsemesini bilen (bkz. aşağıda), gündüz ekmek parası peşinde ama iş çıkışı davasını gütmeye gidenleriz. Şiddet anlamında değil ama duygusal dünya olarak bizler dengesiz tipleriz vesselam. Duygularımız patlamayagörsün yeter ki…
Kısacası biz; ülkemizin bize, yaratıcılığımıza ve üretkenliğimize ihtiyacı olduğunun farkındayız. Zaten bu yüzden buradayız.
Sayın Başbakanım,
Biz sizinle geçmişle hesaplaşmaya, alışılagelmiş tüm doktrinleri yıkmaya, halkına, milletine, doğasına ve özgürlüğüne saygı duyan, dünya devi bir Türkiye yaratmaya da varız, insanca yaşayabilmek için gerekirse kavga etmeye de… Bu bizim değil, aslında sizin tercihiniz…
Biz sadece demokratik hakkımızı kullanıyor ve iletişim kurmak istiyoruz. Dinlenmek, anlaşılmak ve saygı duyulmak istiyoruz. Derdimiz, meselemiz sizin istifanız değil. Haa ben bu ülke için faydalıyım, ille de ben olacağım diyorsanız o zaman biz de “balkon konuşmasındaki Recep Tayyip Erdoğan”ı istiyoruz, bugün bize sunulanı değil.
Bir sürü danışmanınız varken, ne yapmanız gerektiği konusunda bizden size tavsiye vermek düşmez Sayın Başbakanım. Ama illa somut bir şey söylememizi isterseniz, size yine sizin kullandığınız bir cümleyle cevap verelim.
“Söz ola kese savaşı, söz ola kestire başı…”
Bilmem anlatabildim mi?
Saygılarımla,
Türkiye Cumhuriyeti Vatandaşı / Gezi Parkı Direnişçisi
16 Mayıs 2013 Perşembe
Taraftar olmak kolay, adam olmayı becerebiliyor musun...?
Fenerbahçeli bir anne olarak, oğlumun Fenerbahçeli olmasını istedim hep. Ben de her kız çocuğu gibi babasına hayran bir çocuktum ve rahmetli babacığım da Fenerbahçeliydi. Maç seyrederken tv'yi 20 dakikada bir kapatıp, kalbinin normale dönmesini bekleyip, tekrar açacak kadar heyecanlı bir taraftardı. Yendi, yenildi ama hayatım boyunca hiç bir arkadaşıyla ya da bir ortamda karşı takımı tutanlarla birbirlerini kızdırırken belden aşağı vurduklarını, aşağıladıklarını duymadım. Belki de bu kadar saygıya hayranlıktan ben de Fenerbahçeli oldum.
Gelelim bugüne. Facebook dediğin, doğum günlerini kutladığın, bayram tebriklerini beğendiğin, acılarını paylaştığın, resimlerine bakıp mutlu olduğun ve arkadaşım dediğin insanların olduğu sayfaya. Her şeyini paylaştığın arkadaşlarını, farklı bir takım tuttuğu için bu kadar aşağılamayı HAK ETTİĞİNİ düşünenlere hayretler içinde bakıyorum. Onlar sayesinde hiç kullanmadığımız ''a'' harfinin ekürisi olan ''q'' harfini popüler hale getirdik, artık alfabe 30 harf oldu. Aynı takımda olmadığın birini bu kadar tahrik etmenin, arı kovanına çomak sokmanın hırsını anlamış değilim. Bu derece hırsla yazanların Burak Yıldırım'ı öldürenlerden ne farkı var? Bu kadar maç öncesi ve sonrası ortalığı galyana getirmeye kimsenin hakkı yok.
Birini kızdırabilmek de espiri gibi zeka gerektirir, yaratıcılık gerektirir, bunlar yoksa mecburen iki harfi yan yana yazmak yeterlidir...!
Konu birlik beraberlik, ülke,vatan ,bölünmezlik dediğinde kurt kesilen herkes, iki çubuk yan yana geldi mi çakala dönüşebiliyormuş. Ne acı. Hangi birlik beraberlik?
Amerika yanlış yolda, pkk ile bizi böleceğine her hafta bir derby koysun, iki üç provakatör, bir kaç senede ülke diye bir şey kalmaz.
Hangi takımı tutacağına bir türlü karar veremeyen oğluma söylediğim gibi; taraftar olmak kolay, hayatın renklerini seçmek senin elinde. Sen önce adam olmayı öğren, insan olmayı bil annecim...
5 Mayıs 2013 Pazar
Ben sizin hakkınızı nasıl öderim?
7. kez kutlamasını yapacağım
anneler gününe bir hafta kaldı neredeyse. Bugün de teyzeler gününü kutlamamın
16. senesi. İkisi arasında bir fark var mı diye düşünürsek kişiye göre
değiştiğini biliyorum, ama benim için hiçbir farkı yok. Her ne kadar çocukların
ikisi de, diğeri için ayrım yaptığımı söylese de, bende yerleri ayrı, aşkları
aynı.
Teyze olarak pimpirik, evhamlı ve düşkün bir teyze oldum, ama onun sayesinde daha tevekkel olmayı, sabretmeyi, küçüğe de sevgi kadar saygıyla yaklaşmayı öğrendim. Onun sayesinde, kardeşinde daha tecrübeli oldum. Ben çok şey öğrendim çocuklarımdan ve hala da öğrenmeye devam ediyorum.
Anaların hakkı ödenmez sözüne çok katılan bir anne değilim. Tamamen kendi fikrim. Dünyaya gelme sebebi sadece kendi isteğim olan bir çocuktan, yaptıklarımın karşılığını beklemek haksızlık olur diye düşünüyorum. Ne hak iddia ettiğimiz hakkında da en ufak bir fikrim yok. İsteyerek 9 ay taşıdım hala daha yanlarındayım ve elimden geldiğince de istedikleri kadar arkalarında, yanlarında, uzaklarında nerede isterlerse orada durmaya hazır bir anneyim. Hayatımın tam merkezinde olmalarına rağmen, ömrümün geri kalanını onlara göre yaşamıyorum. Kendime ait de bir hayatım var. İleride, yaşlandığımda çocuğumun bana baktığı ve ilgilendiği ile ilgili hiç bir hayalim yok. O yüzden ''hayırlı evlat'' takıntısı ya da beklentisi olan bir anne de değilim ben. Ne kadar az misyon yüklersem çocuğuma o kadar rahat ve mutlu olur. Bizi değil, kendilerini mutlu etmeyi bilsin istiyorum çocuklarım.
Çocuğum olana kadar bana anneliği yaşatan çocuğumun, 9 ay, içimde mutluluğun büyümesini yaşatan oğlumun, hiç karşılıksız, hayatını verecek kadar sevmeyi öğreten, her sabah Tanrıya şükretmemi sağlatan çocuklarımın ben hakkını nasıl öderim, işte onu hiç bilemiyorum.
Anneler günümüz kutlu olsun...
Teyze olarak pimpirik, evhamlı ve düşkün bir teyze oldum, ama onun sayesinde daha tevekkel olmayı, sabretmeyi, küçüğe de sevgi kadar saygıyla yaklaşmayı öğrendim. Onun sayesinde, kardeşinde daha tecrübeli oldum. Ben çok şey öğrendim çocuklarımdan ve hala da öğrenmeye devam ediyorum.
Anaların hakkı ödenmez sözüne çok katılan bir anne değilim. Tamamen kendi fikrim. Dünyaya gelme sebebi sadece kendi isteğim olan bir çocuktan, yaptıklarımın karşılığını beklemek haksızlık olur diye düşünüyorum. Ne hak iddia ettiğimiz hakkında da en ufak bir fikrim yok. İsteyerek 9 ay taşıdım hala daha yanlarındayım ve elimden geldiğince de istedikleri kadar arkalarında, yanlarında, uzaklarında nerede isterlerse orada durmaya hazır bir anneyim. Hayatımın tam merkezinde olmalarına rağmen, ömrümün geri kalanını onlara göre yaşamıyorum. Kendime ait de bir hayatım var. İleride, yaşlandığımda çocuğumun bana baktığı ve ilgilendiği ile ilgili hiç bir hayalim yok. O yüzden ''hayırlı evlat'' takıntısı ya da beklentisi olan bir anne de değilim ben. Ne kadar az misyon yüklersem çocuğuma o kadar rahat ve mutlu olur. Bizi değil, kendilerini mutlu etmeyi bilsin istiyorum çocuklarım.
Çocuğum olana kadar bana anneliği yaşatan çocuğumun, 9 ay, içimde mutluluğun büyümesini yaşatan oğlumun, hiç karşılıksız, hayatını verecek kadar sevmeyi öğreten, her sabah Tanrıya şükretmemi sağlatan çocuklarımın ben hakkını nasıl öderim, işte onu hiç bilemiyorum.
Anneler günümüz kutlu olsun...
7
28 Mart 2013 Perşembe
Bize mutluluğun yolları, çocuklara yalanlar...
-neden makarnayı beğendiğini söyledin?
-anneannem üzülmesin diye.
-ama beğenmedin.
-ama anne o yaşlı, sonra üzülür.
-yalan söylediğini anlarsa da senin söylediğin hiç bir şeye inanmaz artık.
-mutlu olsun istedim.
İşte konu buydu ''mutlu olsun istedim''. Daha 7 yaşında başkasını mutlu etmek için yalan söylüyor, başkasını mutlu etmek zorunda hissediyor.
Oğlum bilek güreşinde herkesi yeniyor, ben hariç. Daha hiç yeniliyor gibi yapmadım, herkesin ''yazık çocuğu üzme'' demelerine rağmen. Hayatta her şeyi başaracaksın diye bir kural yok. Burada mutlu olamıyorsa ya hiç bir zaman olamayacak ya da daha zamanı gelmedi, zamanı gelene kadar mutlu olmayı başka yerden öğrenecek.
Neden böyle davranıyorum? Çünkü eskiden yaptığım hatayı, şimdi oğlumun yapmaması için onu bu yönde şekillendirmeye çalışıyorum. Kimseyi mutlu etmek zorunda değil. İlk zamanlar keyifli gelen, sonradan bir misyona dönüşen o ağırlığı taşımasın omuzlarında. Onun mutlu olmasından mutlu olacak insanlar olsun etrafında, o da mutlu olduklarında mutlu olacağı insanları seçsin.
Mutlu olmasını istediği kişilere kapılar hazırlasın, pencereler boyasın duvarlarına. Kitaplar hediye etsin, her sayfası uzun yollara açılan, dönüşlerinde cepleri hep dolu olacak olan. Ama bıraksın zamanı geldiğinde kendileri açsınlar kapılarını, pencerelerini. Sonra onların mutluluğunu paylaşsın doya doya. Çünkü yormayan, sıkmayan, yalan söylemek zorunda bırakmayan bir şey mutluluk. Bunu bilmeli çocuklarımız, daha bir çok şeyi bilmeleri gerektiğin gibi;
Büyüklerini mutlu etmekle, yalan söylemek arasındaki farkı bilmeleri gibi.
Beğenmemekle, emeğe değer vermek arasında ki farkı bilmeleri gibi.
Hayatını paylaştığı insanları sevmekle, mutluluğundan sorumlu olmadıklarını bilmeleri gibi.
Yoksa bir tabak makarna ile başlayan döngünün getirisinde bize mutluluğun yolları, onlara sonu gelmez yalanlar...
17 Mart 2013 Pazar
Geçmişe yeşil ışık yakın...
Doğumun bir neticesidir ölüm yani doğduğumuz için ölüyoruz tıpkı, bugünün neticesi geçmiş olduğu gibi. En doğal, en gerçek, en olması gerekendir. Ama insanız, benciliz, egolarımız var ve istemeyiz sevdiklerimizin ölmesini, ya da kötünün olmasını, güzelin hemen geçmesini. En çok kayıpların arkasından yaşarız gelecek günün huzursuzluğunu. Nedeni bellidir aslında ama çaresizdir düşünceler. Allahın en büyük lutfunun unutmak olduğunu bilmeden, sonzsuza kadar yaşanacak sandığımız acılara hazırlarız kendimizi.
Hayatın bir akışı var, sen ne kadar uzun süre akıntıya karşı yüzsende, eline geçen tek şey et kesmiş kolların olur. (Tecrübeyle sabitlenmiştir.) O akmalı, yeni sular gelmeli ve temizlenmelisin. Temizlenmekten ve yeniden korktuğumuz için eskiye geçmişe sığınıyoruz. Adı üstünde geçmiş.
Ama biz izin vermediğimiz için, geçmek bilmeyen bir geçmişe sahip oluyoruz.
Ben kendi adıma, geçmişimde olanları rengarenk bir balonun ucuna bağladım ve uçurdum. Zor olanları, uzaktakilerini, kızdıklarım,köklerimi, üzüldüklerimi,hatalarımı hepsini bağladım ve uçurdum. Onları da benden kurtardım bir nevi ve ait oldukları yere geçmişe gitmelerine izin verdim. Artık sadece beni ben yapan küçük izler olarak duracaklar kalbimde.
Bunu yaptığımızda, hayatımızı birden değiştiren büyük bir mucize olmuyor ama arkaya bakmadan yürüdüğümüz için sahip olduğumuz ya da önümüzde duran mucizeleri görebiliyoruz.
Yetmez mi...?
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)